Sivil Toplum Kuruluşlarının yeterli, aktif ve etkili olmasının gelişmişlik göstergesi olduğu söylenir.
Çünkü onlar ortak menfaatler üzerine, belirli değerler ve hedefler gözeterek faaliyet gösteren, gönüllülük esasına göre bir araya gelmiş ve kar amacı gütmeyen birer iyilik hareketi sergilemeye çalışan kuruluşlardır.
Ayrıca, STK’lar yasama, yürütme, yargı ve medyadan sonra “Beşinci Güç”, kamu ve özel kesimden sonra “Üçüncü sektör” olarak tarif edilir.
Böyle bir gücün varlığı elbette iktidarı zaman zaman rahatsız ettiği gibi, kamuya da nefes aldırır, güç verir. Halk, gücü ele geçirenin haklılık yaygaracılığına prim vermez, mücadele cesareti alır.
Elbette ki bu tür kuruluşların sayılarının artması toplum menfaatinedir, çünkü onların menfaatine ve onlar adına kamuoyu oluşturan güçlerdir ve çoğulcu, katılımcı bir toplum yapısı oluşmasına da hizmet ederler “STK”lar.
Avrupa’da sayılarının fazlalığı boşuna değil demek ki. Bizim iki katımız STK’ya sahipler, üstelik faal halde ve bazı Avrupa ülkelerinde sekiz yüz bin personele sahip olan kuruluşlar bunlar.
Bizde de sayı çok az sayılmaz üç yüz binin üzerinde sadece derneğimiz var, tabi bunların sadece 1/3’ü faal halde (121.720).
121.720 derneğimiz, 5.775 vakıf, 604 sendika, 3.003 oda ve 53.259 kooperatifimiz var.
Fakat bizdekilerin ekseriyeti şeffaflıktan uzak; etkili, saygılı ve kabul gören faaliyetlere mesafeli, aşırı politize olmuş, güvenirliliğini kaybetmiş, denetimsizliğin getirmiş olduğu lakayıtlığa teslim olmuş, yaptıklarına hep nicelik olarak bakan, niteliği kaybetmiş faaliyetlerle avunan buna rağmen kendisini çoban, halkı sürü olarak gören, temsil ettiğini düşündüklerini bile sahiplenemeyen kadroların yönetici olduğu, birilerine sıfat kazandırma ve değer yükleme araçlarına dönüşmüştür.
Benim üzerinde durmak istediğim; özellikle yaşadığım, gördüğüm, gözlemlediğim, incelediğim kadarıyla sadece bulunduğum il özelinde bizim mahalledeki durum…
İlk dikkatimi çeken şu olmuştu, herhangi bir eylem, faaliyet yapılacaksa sağdan say elli, soldan say elli kişi.
Bu nasıl oluyor diye düşünmüştüm, sonrasında gördüğüm ise ilk şu olmuştu: Oligarşik bir yapının varlığı.
Dernekler ki bunlar mesleki, insani, yardım, eğitim vs. gibi çeşitli dallarda faaliyet alanı olan dernek ve vakıflar, evet biraz dikkat edildiğinde her ne hikmetse faaliyetler çeşitli; ama kurucular, yönetici ve üyeler genellikle aynı.
Aynı kişilerden oluşan, farklı STK’larda, aynı anda, aynı şeyleri yaparak faaliyet gösterme becerisine sahip, aynı şeyleri yaparak farklı sonuçları arzulayan, kendisinin seçilmiş olduğuna inandırılmış bir grup, temsil kabiliyeti olmayan, etkisiz ve yetkisiz, yetersizliklerini kendi aralarında kurdukları STK’lar vasıtasıyla elde ettikleri sıfatlarla kapattığını sanan “çıplaklıklarından” bi haber, konuşmaları içinde yankı yaptığından olsa gerek anlaşılamayan kişilerin egolarını tatmin etme topluluğu haline gelmiş hasbi görünen hesabilere dönüşmüş birbirinin kopyası, kendilerini tanıtmaya adları ve aslen nereli olduklarını ifade etmekle başlayanlardan oluşan STK’lar.
Ki bunlar, ne istedikleri ile ne olması gerektiğinin ayırımına dahi varamamış birbirlerini kopyalamaktan aynılaşmış yeni bir fikir, yeni bir düşünce üretmekten uzak kabızlar birliği haline gelmişler.
Zaten ne denir: “İnsan, en yakınındaki beş insanın ortalamasıdır”.
Evet hal böyle olunca bir faaliyet yapılacağında seçenekler sadece;
Cuma namazı çıkışı basın açıklaması yapmak veya
Gıyabi cenaze namazı kılınması veya
Sesli, sessiz yürüyüş veya
Bir takım ürünleri güya boykot veya
Açık hava toplantısı ki, miting yapılması neredeyse ihtimal dışı.
Eylemlerde kısırlık, pısırıklık; söylemlerde dırdırlık, mıymıylık.
Söylediklerimizde bir türlü samimi niyete sahip olamamak, tüm genelde de böyle.
Misalen, neredeyse her yıl bir vesile ile boykot düzenliyoruz. İyi de niye?
Bir kere düzenlemişsek devam etmek gerekmiyor mu, yok hayır bizimkisi mış gibi yapmak.
Geçtiğimiz yıl da soykırım devam ederken benzer bir karar alındı bundan önce defalarca alınanlar gibi.
Peki ne oldu? Üç harfli marketlerden birinde aynen şu oldu.
Karar sonrası koka kola, fanta, sprite vs. ürünler kaldırıldı yerine pepsi, yedigün vs ürünler geldi.
Bizimkisi vicdan sterilizasyonu sadece.
Heidegger’in de deiği gibi: “Bizi günah işlemek değil, günahımıza aradığımız kılıf,
Pişman olmayan kalbimiz, kendimizi temize çıkartmaya çalışan aklımız yakacak.”
Aynı günlerde sosyal medyada şuna rastladım: “Sağlık çalışanları sessiz yürüyüşlerine 28. Haftasında da devam ettiler.”
Tanıdıklarım da vardı içlerinde son derece nitelikli, mütedeyyin insanlar; lakin eylem, ne yaptınız sorusuna şu kadar hafta yürüdük cevabını vermek için yapılmış sanki. 28. Hafta, toplasan 28 kişi, yeni biri yok.
Sonra bir de miting ki 75 STK tarafından gerçekleştirilen. Toplasan bin veya iki bin.
Çok özür dileyerek şunu belirtmek isterim ki birden aklıma Gandhi geldi.
“Durarak koşan adam.” Denilen “rakibini yenmek istiyorsan hiçbir şey yapma ki rakibin sıkılsın, bıksın seninle uğraşmaktan, rekabet etmekten usansın ve gitsin.” Diyen kahraman(!)
Fanatik bir şiddetsizlik yanlısı, Hint ırkçısı var ya o işte!
O kadar değil elbette tamam ben de kabul ediyorum ama; bu nedir yahu. Bu insanlarımıza STK sorumlularına sormak lazım, bazı şeylerin önünde istemeden engel oluyor olabilir misiniz, görevlerinizi biraz da gençlere mi bıraksanız, akrabalarınızdan olmayan potansiyeli olan herhangi bir yapılardaki gençlere, önce onlara destek olup, eğiterek, sonra da tamamen devir mi etseniz, aile derneklerinden vaz mı geçseniz, evladiyelik dernek kurma işinden vaz mı geçseniz?
Çünkü eylem, görünmeyeni görünür kılmalı, karanlıkta kalana ışık tutmalı, akıllara kazımalı, gönüllere nakış gibi işlemeli değil mi?
Siz, eylem yapmayı bilmiyorsunuz bunun için ne heyecanınız, ne bilginiz ne de hazırlığınız var.
Yapmayın, hiç faydası yok, hatta zarar bile veriyor.
Unutmayın kem alat ile kemalat olmaz.
İnsanları yanlış yere götüren doğru insanlar olmaya bir son vermeye ne dersiniz?
Bir yerlere tutunarak, yer tutacağına inanmışlara, yer tutmanın yolunun Hakk’a tutulmak, tutunmakla mümkün olacağını da bir hatırlatmak gerekli değil mi?
Lütfen bu anlayışınızı bırakın, elbette zaferden değil seferden sorumluyuz; ama seferin de bir hakkı yok mu?
Eş, dost, abi, kardeş, oğul, hemşeri, mezhep birlikteliği, cemaat ortaklığı yaklaşımıyla koskoca ilde yüz elli, iki yüz insan etrafında dönen, konsantre çürümüşlüğe yol açan bu atalet ve kayırmadan, profesyonel muhafazakarlıktan, konfeksiyonel dindarlıktan, nefsinizin hakimi olmaktansa nefsinizin avukatı olmayı seçmekten öte bir adım atamamaktan yorulmadınız mı?
Perde mi pencere mi olduğu belirsiz, çit mi geçit mi olduğu bilinemeyen, İsmail mi, koyun mu olduğu anlaşılamayan, aktivist disiplininden yoksun kadrolara dönüşmekten sıkılmadınız mı?
Bu şekildeki ısrarınızın sizi sadece kefarete muhtaç bir sicil oluşturmaktan öte geçiremeyeceğini bildiğiniz halde bu yapay farkındalık ısrarınız son bulmayacak mı?
Sırf birbirinize değer kazandırmaya çalışmaktan yorulmadınız mı?
Lakin unutmayın;
“İktisat bilimine göre, bir mala ederinden fazla değer verirseniz kazıklanırsınız.
Bu malın konuşuyor olması da bu gerçeği asla değiştirmez.”
Bu tür kuruluşların kurulma aşamasındaki kriterlerinizi değiştirmezseniz, ehliyet ve liyakatı gözetmemeye devam ederseniz, her fırsatta örnek verilen “Kabe’nin anahtarı” hadisesini Peygamber Efendimiz (sav)i, Müslümanların hakim değil hakem olmaları gerektiğinin altını çizmesine rağmen siz çizgiyi yukarıya çekerek üstünü çizme yoluna gidersiniz yolsuz da kalırsınız.
Evet siz; sevilesi insanlar, dostlar eleştiriye açık eleştirilmeye kapalı olmayın lütfen.
Ve lütfen niceliğin laf pehlivanlığına soyunmak yerine niteliğin rafine becerisine başvurun…
İstemeden olduğumuz ve istemeden olmayacağımız yere olmak için geldiğimizi düşünürsek olmak; var olmaktan ve varlıktan daha değerlidir.
Olmayı başarabilmek temennisiyle…
Muhabbetle…
Yavuz Kara