Leyla ve Mecnun, Romeo ve Juliet bunlar hakkında çok yazı, akademik araştırma vardır. Çoğunluk bu alegorinin, ironinin Orta Çağ dünyasıyla bağlantılı bir dünyanın tanımlanmasıyla ilintili haliyle. Sonuçta yazıldıkları tarih bu zamanlar.
Bu temel verilerin dışına çıkarsak Leyla ve Mecnun hakkında, olasılıkların alanında gezinmeye başlarsak, insana dair bir hikâyenin alegori olmasının mümkün olmadığını görürüz. İhtişamın nasıl da insan bünyesinde toplandığını ve insanın kendinde olmayan bir şeyi başkasına verme hikâyesiyle karşılaşırız. Bu öyle bir hikâyedir ki tamamen bir yabancı, hatta kendi ırkına, soyuna ait olmayan birileri tarafından acı çeken, çektirilen biriyle karşılaşırız. Birbirlerine çok uzak olmasalar da bir yaban olmak ana fikirdir adeta, bu insanlık tarihine ait bilmecede. Asla geleneklerin dışında gezinme!
Fuzuli’nin hakikatiyle günümüzdeki hakikat epey farklı olabilir. Evet, bilerek hakikat kelimesini sarf ediyorum, çünkü burada insan dışında olan bir etken durum söz konusu; hakikat. Hakikat, gerçek dediğimiz ne kadar “yaratıcı” olanın önündedir bazen, sanki adeta yazgının kollarında gezinmek gibidir Mecnun’un Leyla’nın hikâyesi. Cennet’ten kovulmanın kaçınılmaz, bir o kadar da Dünya’dan da kovulmanın hikâyesi gibi gelmiştir bana bu hikaye, yani “bilinç”in çok ötesinde, asla yazgısını elinde tutamayan insana ait bir varoluş. Böylece kaçınılmaz sonuç karşımıza çıkar, hem dünyadan hem cennetten kovulma.Cennet’den ve dünyadan kovulmak istemiyorsan benim dediğim doğru demez mi çoğun cemaatlar, topluluklar.
Geçenlerde buna dair Sartre’ın aşkı bilinçle bir tutmasıyla ilgili bir kısa “story” ile karşılaştım, tabiatıyla bu karşılaşma modern zamanlarla, tarım toplumu arasındaki farkı karşıma dikti. Tarım toplumunda, ister derebeylik dizgelerinin getirdiği bir toplumdan kaynaklı, ister bilgi ve bilincin, haliyle okumanın az olmasından kaynaklı olsun, bu insanın varoluşunu tamamen yazgıya bağlı masallar, düşler, gerçekle olan tutanaklar, tutamaçlar farklı bir alanda geziyor, geziniyor. Ancak sanayi toplumundan sonra, özellikle gelişmiş toplumlar dediğimizde tamamen bir ergen fizyonomisi gibi kalıyor bu hikâyeler. Kim ne derse desin tarım toplumları bir düşün peşinde koşmuşlar gibi. Gelişmiş toplumlarınsa az okuyan, okuduğunu yeterince düşünemeyen, yorumlayamayan topluluklarda, ikinci dünya ülkelerinde, düş ile gerçek bir türlü yerli yerinde durmuyor. Az gelişmiş ülkelerde akıl hastalıkları daha çok geziniyor, birbirlerine karşı saygısız olmaları da bundan.
Gelişmiş ülkelerde durum daha da vahim, ancak birbirlerine saygıları her şeyin bilincinde olmalarıyla örtüşür çoğun. Handiyse gerçeğin bütün alanlarında, tüm doyumlara ulaşmış bu toplumlardaysa histerinin, deliliğin başka bir alanı görünüyor. Masal toplumlarında olan birbirine güven, birbirinin hikâyesine, düşüne ortak olmak Sartre’ın dediği gibi yalnız ve yalnız kişinin kendinde, kendine ait varoluşunda gerçekleşecektir deniyor. Bu saptamanın doğru olması yeterli değil, saptamaların aynı zamanda başkasına da dokuncası olmaması gerekir. Hep özenle baktığım İskandinav ülkelerinde insanların tek başına, ıssız ama bir o kadar da varlık içinde olması ne denli doğru, insan yalnız bilinçten mi ibaret? Dinle sağlanan birliktelik artık modern insana yetmiyor, çünkü birey olmanın getirdiği düşünsel yapı zerre dinlerle karşılanamıyor, Ortadoğu da ise pek de bilinçle ilgimiz yok!