KANIT DEĞİL KANAAT İSPAT DEĞİL İKNA
Türkiye’de uzmanlığa ihtiyaç duymadan konuşulacak konuların en başlarında gelir siyaset.
Bizde herkes siyaseti bilir ve hakkında bir otorite edasıyla konuşur.
Hepimiz şair olduğumuz gibi, Türkiye’de her üç kişiden dördümüz de siyasetçiyizdir.
Siyaset tanımımız da neredeyse kişiye göre değişmektedir.
Aslında bir tanım yapsak, hemfikir olabileceğiz, belki meselenin kahir ekseriyeti çözülecek; ama ne gezer,
ne tanımı gündemimizdedir,
ne failleri veya bunların kimler olabileceği,
ne öznesi,
ne sahnesi,
ne de gayesi.
Herkes için farklılık gösterir bu temel konular, öncelikler farklıdır, ilkeler farklıdır, değerler farklıdır.
Bu kadar farklılıktan da elbette mütemadiyen kavga çıkacaktır bundan daha doğal ne olabilir.
Kavramların çoğunun içlerini kes yapıştır şeklinde sağdan soldan alınca üzerlerinde uzlaşamadığımız anlam denizinde kavgadan başka bize bir paye kalmıyor.
Çünkü birileri tarafından içleri kendi kültürleri, kendi değerleri, bakış açıları ile ve kendi sorularına yine kendilerinin verdiği cevaplar ile oluşturdukları anlam havuzu bizim sorularımızın cevaplarına karşılık vermeyebilir.
Kaldı ki bu da son derece doğaldır.
Doğru soru yoksa doğru cevap da olmaz çünkü.
Bizim sorunlarımız ve ürettiği sorular kendi kültür havzamızın, ilke ve değerlerimizin soruları olacağından, onların sorularından mutlaka farklı cevapları isteyecektir.
Einstein da sorulara çok değer verirmiş“Eğer bir problemi çözmek için bir saatim olsaydı, bunun 55 dakikasını doğru soruyu bulmaya ve son 5 dakikayı da çözüme ayırırdım” demiş muhterem.
Sonuç itibarıyla kavramlarımızı biz doldurmalı, bizim yapmalı, bizim sorularımızın cevapları haline getirmeliyiz.
Tam da burada Kant’a da bir kulak verirsek O, kavramlar için; “görüşsüz kavramlar boş, kavramsız görüşler kördür” demiş.
Şunu bir kez daha hatırlamakta fayda olacaktır zannederim, İnsan kavramlarla düşünür, lafızla/sözcüklerle ihtiyaç giderir ancak.
Her neyse tekrar siyasete dönecek olursak kısaca denir ki;
siyaset seyislikten gelir, at bakıcısı anlamını barındırır, kısaca toplumu yönetme sanatı, bilgi ve becerilerin merkezi bir akıl etrafında örgütlenmesi olarak da tanımlanır ve seyis ile reis de aynı anlamda kullanılır…
İtirazları duyar gibiyim…
Gerçi tanımında dahi bir konsensus oluşturulamadığından, üzerinde tartışmaların hiç dinmediği bir kavram olsa da hep hazzın bir parçası olması sebebiyle üzerine konuşulması vazgeçilemezdir siyasetin.
Tanımı sınırının dışına kaçmış bir kavram halini almıştır adeta.
Çünkü her şey siyasetin konusu olmuş, her şey de siyasetten beklenir olmuş ve de her şey siyasallaşmıştır.
Her şey siyaset ve dolayısıyla siyasetçiden beklenince, bu kurumda ekseriyetle yetkinliği ve etkinliği zayıf olan zararsız ve yararsızlarla doldurulan kadrolar suistimale daha açık hale gelmiş, ahlaki erozyon ile birlikte ilk kirlenen ve zamanla bu kirlilikten rahatsızlık duymayan bu siyasilerin hakimiyetine girmiştir.
İçi öyle dolmuştur, doldurulmuştur ki neredeyse patlamak üzere olduğu gibi görüntü içerisindedir.
Çünkü, olması gerekeni düşünmek gitmiş olan üzerine yarım yamalak çözümler üretilmeye başlanmıştır.
Kısaca, olan olması gerekene tercih edilmiştir.
İmam Cüveyni ve devamında İmam Gazzali, “kati olanla zanni olanı karıştırdılar” diyorlar.
Yani ilkeler ile ilkelere yapılan yorumlar.
Burada ilkeler, olması gerekeni; zanni de, olanı temsil ettiğini düşünürsek,
İlke farklılıklarının çözümü ayrı, ilkeye getirilen yorumların çözümü elbette farklı olacaktır.
Her neyse bu mevzu buradan devam edersek uzar gider, tekrar konunun özüne dönmeye çalışırsak,
Siyaset, pratik aklın varlığı, deneyim ve tecrübenin hamiliğinde mukayese yeteneğinin ışığında yapılabilir.
Dolayısıyla açıklamaz, anlatır; çözümlemez çözüm üretir.
Siyaset tecrübeyle, deneyimle yol alır, bilgili olmak bir avantaj olsa da, zeki olmak yeterlidir; ama ille de tecrübe.
Aristo on sekiz yaşındakileri siyaset dersine bile almazmış, bırakın siyaset yaptırmayı, onlarla siyaset konuşmayı.
Siyaset/çinin bizim coğrafyada retoriğin konfor alanının dışına pek nadir çıktığından; kanıttan ziyade kanaat oluşturulması önemlidir, ispata gerek duyulmaz ikna olunmasını yeterli görülür.
Maalesef ki olması gereken de olana kurban edilir çoğunlukla.
Bu da yozlaşmayı, çürümeyi sunar bizlere altın tepside.
Ahlaki erozyonun bedene kavuştuğu yöneticiler yüzünden de sürekli kan kaybetmeye devam eder.
Vatandaş siyaseti bu halinden dolayı yapmadığını uzak durduğunu söylese de aslında gerçeklerden kaçmaktadır.
Platon’un dediği gibi :“Siyasetle uğraşmamanın cezası, sizden daha aptal olanlar tarafından yönetilmektir.”
Siyasete olan mesafe gün geçtikçe artarken ki, bu Avrupa’da da böyledir, Avrupa modernitesinin başarısı seküler radikal siyaset iken, orada da buharlaşıyorsa bu neyle izah edilebilir.
Belki de siyasi mücadeleye katılma konusundaki isteksizlik bireyselleşmeden kaynaklanıyor diyebiliriz.
Toplumsallığın bittiği, kolektif kararlılıkla ortak kararlar alamamak Batı’nın daha çok şikayet ettiği bir durum haline gelmiştir.
Deniyor ki; bireysellik o kadar büyüdü ki toplumsallığa hiç alan bırakmadı, her konuda nötralize olundu.
Ya da o kadar egolar yükseldi ki herkes siyasetin mutfağında fikir üretme ve geliştirmeye uygun olduklarını sanır oldular.
Kimse “garsonluğa” ilgi duymaz oldu.
Herkes çok iyi düşündüğünü iddia eder oldu.
İşte tam da bu yüzden, düşündüğünü sananlar eylemi bir başkasının, avamın yapması gerektiğini söyler oldular.
Oysa düşünce eylemi zayıflatır, eylem de düşünceyi zayıflatır der düşünürler.
Eylem adamlarında düşünce, düşünce adamlarında eylem bulunmaz veya her ikisini de barındıranlar oldukça azınlıktadır.
Platon: “Filozoflar kral, karalar da filozof olmalı” demiş en ideali böyle olur anlamında.
(Peygamberler genellikle bu manada değerlendirilmiştir.)
“Ne yapmayı düşünüyorsunuz” diye sormuşlar Heidegger’e
Demiş ki; “cümlede iki tane fiil var, hem düşünmek hem yapmak, bu benim için çok fazla.”
Günümüzde siyasetin aktörleri ise “her işi yaparım abi” noktasında konumlanmışlar.
Hem düşünür hem de eylerim abi, hem eyler hem de cebime dererim abi…
Özellikle itaat etmeyi, sayenizde sahip olduğum kimlikle hakkın, doğrunun, iyinin yanında taraf olmaktan ziyade, en iyi taraftarınız olmayı taahhüt ederim abi derler, ne istenirse yaparım diyerek, alçakça bir gönüllülükle.
Bu yüzden olsa gerek genellikle;
anlatılanı anlamayan,
anlamadığını bilmeyen,
bilmediğini pişkinlikle anlatmaya çalışan,
anlattığı anlaşılmayan,
anlaşılmadığını da anlamayan,
kısaca, bilmeyen ve bilmediğini bilmeyen,
idrak yolu enfeksiyonundan muzdarip,
ar damarı tıkalı,
sireti kibir ve ihanet dolu ve
sireti suretine hakim olmuş,
iletişim kurmaktan ziyada sadece ilişki kurulabilecek,
siyaseti enfekte eden,
kifayetsiz muhterisler ve
şerefsizliği ile şereflenenler ordusu,
siyasi işportacılar çetesi, ele geçirdiğinden
siyasete ve siyasetçiye güven kalmamıştır.
Oysa siyaset bir bilimdir ve bir de ilmi siyaset vardır, ama…
Günümüzde, güç ve güçlü olana yaslanarak siyaset yapılacağına inanalar
Güce dayananlar, gücünü de haklı olmaktan değil, gücün tarafında olmaktan alanlar, unutmamalılar ki ussallık ve güç birbirini iter aslında.
Bu yüzden olsa gerek güçlü olan, olduğunu sananlar akla ihtiyaç duymazlar.
Ve bunlar insanın en güçlü yanının, aynı zamanda en zayıf yanı olduğunu da bilmezler.
Sadece ikna ederek, kanaat oluşturarak sonuna kadar gidebileceklerini sanırlar.
Çünkü bunlar bilgi sahibi olmadan da sahip olunan kurnazlıkla işlerini döndüreceklerine inanmışladır…
Velhasıl;
Unutma; sabrın sonu selamet, tahammülün sonu ise sefalettir.
Sabır hareketi, mücadeleyi mecbur kılar, tahammül ise ataleti ve boyun eğmeyi…
“O ki, o yüzden varız”…
Muhabbetle…
Yavuz Kara